Zamanın hepimizin teninde olduğu kadar belleğimizde de bıraktığı nice nice izler ve duygular var. Yaşam öyküsünü dinledikçe hep bu izleri ve duyguları gördüm kurduğu cümlelerde.
İş hayatında zirveye çıkmış, onu tanıyan herkesin gönlünde köprüler kurmuş, Eskişehir’in bir değerini, Hasan abisini; tevazunun, hoşgörünün, dostluğun ve samimiyetin ete kemiğe bürünmüş halini kısaca Hasan Küpeli’nin yaşam öyküsünü bu haftaki yazımda kısaca sizlerle paylaşacağım.
Yıllar önceydi… Şu anda Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi Başkanı olan kardeşi Nadir Küpeli Bey sayesinde tanıdım kendisini. Şirkete her gittiğimde bizi hep güler yüzleri, tatlı sözleri ile misafir eden Küpeli kardeşler, o günden beri gönül defterime kayıt ettiğim ağabeylerimizden oldular.
Sohbetlerimizde; çocuk yaşta yaşamın ağır yükü altında verdiği mücadele, insanlara bakışı, azmi, cesareti ve samimiyeti etkilemişti beni. Bir köşe yazımı da Hasan Bey için yazmaya söz vermiştim. Daha önceden planlamıştım ancak kısmet bugüneymiş.
Hasan Küpeli,Çifteler ilçesinin Arslanlı köyünde 1956 yılında dünyaya geldi. Yedi çocuklu ailenin ablasından sonra en büyüğüydü. Babasını genç yaşta kaybedip, ablası da evlenince kendinden sonra gelen 5 kardeşin hem abisi hem de babası oldu. İşte bu ailenin ağır sorumluluğunu omuzlarında hissederek geçti gençlik çağları…
İlkokul sonlarına doğru annesi, babada olmayınca evin ihtiyaçları gerekçesiyle para kazanmak üzere onu Çifteler’e gönderdiğinde henüz 12 yaşındaydı. Köyden sınıf arkadaşları tatil zamanlarında köyün sokaklarında oyunlar oynarken o ise evini geçindirme derdindeydi.
Bazen çalışıp bazen de okuyarak geçen ilkokul döneminden sonra ortaokulu Kayı köyünde yatılı olarak okumak üzere evinden ayrıldı. Henüz körpe yaşlarda ailesinden ayrı düştüğü, gurbeti hücrelerinde hissettiği dönemdir ortaokul çağları.
Hasretle karışık günler birbirini kovalayıp ortaokulu bitirdikten sonra sırada liseyi okumak vardır. İlçesi Çifteler’e geri döner. Lise günleri başlar başlamasına da ekonomik şartlar hiç yakasını bırakmaz. Hem çalışmak hem de okumak zorundadır.
Hasan Bey, o günleri anlatırken adeta yeniden yaşıyor gibiydi. Bir lise öğrencisiydi ama boş vakitlerinde pazardan kasalarla domates, biber, patlıcan vb. türü sebzeleri alıyor; üzerine bir miktar kar koyarak satıyor, kasaları bitirince de öğleden sonra okuluna devam ediyordu. Sizin anlayacağınız küçük bedenine ağır gelen yüktü yaptıkları.
Hiç unutamadığı bu döneme ait anısını anlatırken gözleri nemlendi. Adeta o günleri tekrar yaşar gibi sesi titrekti: “Çocuk yaştayım. Ailem beni Sivrihisar Oğlakçı köyünde bulunan benzin istasyonuna çalışmaya gönderdi. Çok iyi çalışırdım. Gelen müşteriler benden çok memnundular. Hizmette kusur etmezdim. Bahşiş verirlerdi. Harçlıklarımı biriktirirdim. Polatlı’ya gidip bir Murat-124 marka taksi almaya karar verdim. Cebimde biriktirdiğim 20 Bin liram vardı. Ama taksi 84 bin liraydı. Satıcı bana geri kalanı nasıl ödeyeceksin dedi. Kefilin kim diye sordu. Kefilim annem dedim. Taksiyi taksitle alacağım dedim. Ayda hiç unutmam 1940 Lira taksitle aldım. Cesaret işte. Onunla çalışmaya başladım. O vakit Eskişehir Eğitim Enstitüsü Fizik-Kimya-Biyoloji bölümünü kazandım. O tarihlerde bu üç bölüm bir aradaydı. Hem okuyor hem de taksimle çalışıyordum, borcumu tamamladım. Üniversite 1. sınıfta annemin ısrarıyla evlendim. Eşim komşu köyümüz Kadıkuyusu’ndan. O da öğretmen okulunda okudu. Şartlar zordu. Babam rahmetli olmuştu. Annem vardı önümüzde. Okurken işten zaman bulup ödevlerimi yapamıyordum. Hanım, benim çok ödevimi yapmıştır. Öylece üniversiteyi bitirdim. Öğretmen oldum ancak tayinim bir türlü çıkmadı. Masraflar çok. Kazancımızı arttırmak zorundaydım. Bunun üzerine taksiyi satıp Skoda marka bir pikap aldım. Nakliyeciliğe başladım. Ev eşyası, inşaat malzemesi, çimento vs. taşıyor para kazanmaya çalışıyordum...”
Bu yazı için yaptığımız en son görüşmemize eşi Hayriye Küpeli hanımla birlikte geldiler. 1977 yılında hayatını birleştirdiği Hayriye hanımın anlattıkları ise bugünkü evlenecek gençlere ders niteliğindeydi.
Hele bir anısı var ki burada yazmadan geçemeyeceğim. Anlatırken karşısında oturan Hasan Bey’in yüzüne bakarak biraz da göz pınarları nemlenerek anlattı Hayriye Hanım: “Annemi yıllar önce kaybetmiştim. Ailemin imkânı kısıtlıydı. Hasan Bey’le ilk evlendiğimizde şartlarımız o kadar zordu ki... Hiç unutmam. Evimizin perdesi yoktu. Gazete kağıtları ile evin penceresini, kapısını kapattık. Öyle yaşadık bir süre. Gün geldi ekmeğimiz oldu. Çayımız olmadı. Ama halimize hep şükrettik. Sabırla çalıştık…”
İşte bu cümleler bugün evlenecek, yuva kuracak gençlere ders niteliğinde. Hiçbir şeyi beğenmeyen, daha fazlasını isteyip haline şükretmeyen yaşadığımız çağın çocukları bu sözleri kulağına küpe yapmalı… Sabır, şükür ve tevekkül! Mutlu ve başarılı bir yuva için üç önemli kelime.
İmkanların sınırlı, ancak mutlulukların zirvede olduğu bu mutlu evlilikten Hakan, Y.Emre, Merve ve Mine adını verdikleri dört çocukları dünyaya geldi. Hatta Merve ve Mine ikiz doğdular. Zaman su misali akıp giderken bugün sevdikleri dört torunları var hayatlarında. Beşinci torunlarını bugün yarın bekliyorlar. Heyecanlılar.
Hasan ağabey, “Allah bir insanın işini denk getirecek” cümlesi ile yaşamından kesitler anlatmaya devam ederken oturduğu sandalyede geriye doğru yaslanıp yüzüne yayılan sıcak tebessümle, hayatının kim bilir belki de dönüm noktası olduğunu anladığım şu cümleler döküldü dudaklarından: “Bir gün Çamlıca’da tanımadığım birisi “çimento getirdim, satacağım” dedi. İsmini daha sonra Yusuf olarak öğrendiğim bu kişiye “birlikte satalım, sana ortak olayım” dedim. O da kabul etti. Başladık onunla birlikte çimento satmaya. Allah bir insanın işini denk getirecek ya. 1 torba çimentoda 2,5 lira kar kazanıyoruz. 2,5 lira da o kazanıyor. Bir süre sonra çimento indirme işini para verip yaptırırken kardeşim Nadir’le birlikte bu işi biz yaparız dedik, buradan da 2,5 lira kar ediyorduk, kazancımız bir torbada 5 liraya çıkmıştı. Skoda pikabımızla nakliye işine de başladık buradan da kar elde ettik. Kazancımız daha da arttı. Bu şekilde Yusuf Bey’le üç ay birlikte çalıştık. Sonra işi yapamayacağını hissesini bize devretmek istediğini söyledi. Biz de kabul ettik. Günler geçtikçe çimentonun yanında kum, çakıl, mozaik, tuğla, kiremit vb. malzemeler de alıp satmaya başladık. Öyle ki Erzurum Aşkale’den çimento getirip az karla satıyorduk. Diğer firmalar bizden daha yüksek fiyata sattığı için müşteriler bizi tercih ediyordu. Bu şekilde sürümden kazandık. Hatta o vakitler hiç unutmam reklam verdik. Sloganımız da şuydu “Ucuz çimento satmak bizim işimiz” bunu başardık Eskişehir’de. O zamanlar ben Türkiye’nin birçok iline gidip ürün alıp gönderiyordum. Nadir Bey de onu Eskişehir’de satıyordu.”
“Öyle bir döneme geldik ki… Tarihler 1983 yılını gösterdiğinde Eskişehir Çimentodan kimse senet verip çimento almaya cesaret edemezken (burada satır arasında eşi Hayriye hanım karşı gelir senet vermeye. Mevsim kış. Çimento donar ve zarar ederiz endişesi ağır bastığı için. Eşinin söylediği cümleler hala kulağındadır -elimizde bir kamyonumuz var onu da kaybedeceğiz!- anısını anlatarak devam etti) senet ve çimentoyu fabrikaya tek biz vermiştik. Çimento alıp hem satıyor hem de Baksan’da depomuza koyuyorduk. Hiç unutmam 405 liradan torbasını alıp 435 liradan satarken ne olduysa bir gecede fiyatı arttı. Sabah işe başladığımızda çimentonun torbası 740 liraya çıktı.”
Heyecanla yaşadıklarını anlattıkça zaman tünelinde ticaretinin bereketlendiği kazancının arttığı o günler film şeridi gibi gözlerinin önünden tekrar akıp gidiyordu sanki: “Kazandığımız para ile Çifteler’e gidip tarla aldık. Benzin istasyonu kurduk. Bir müddet sonra bu istasyondan zarar edip sattık.1987 Yılında Afyon Bolvadin ilçesinde Tuğla Fabrikası kiraladık. Bundan da bir süre sonra zarar edip sattık. Takvimler 1992 yılını gösterdiğinde kardeşim Nadir Bey’le birlikte çimento işine tekrar geri döndük. Çimento bizim en iyi yaptığımız ve bildiğimiz işti. Dışarıdan getirip satmaya devam ettik. Daha sonra kazancımızla 1999 yılında hazır betona girdik. Dürüstlükle işini takip edersen Allah da bunun mükafatını veriyor. Ticaret hayatında hep böyle olduk. 2002 yılında Organize Sanayi Bölgesindeki kapı fabrikasını satın aldık. 2004 yılında Simav’da sunta fabrikasını kiraladık. Burada suntacılığı öğrendikten sonra 2006 yılında Eskişehir Sunta Fabrikasını satın aldık.”
Evet sevgili okuyucular işte bu fabrikalarda bugün yüzlerce insan çalışarak ailesine ekmek götürüyor.
Uzun yıllar değişik illerden çimento alıp satan Küpeli kardeşlerin hayalinde alıp sattıkları çimentonun üretimini yapmak ve fabrikasını Eskişehir’e kurmak vardı. Bu uğurda çok mücadele verdiler. Zorluklar yaşadılar. Ama hiç yılmadılar.
Hatta fabrika kurmak için söz veren ilçelerine davet eden belediyeler sözünden bir gecede vazgeçti. Meclislerini olağanüstü toplayıp karar bile aldılar fabrika kurulmaması yönünde.
Bu zorlukları anlatırken içindeki derin öfke, ses tonuna da yansımıştı.
Sözünden dönen iki yüzlü insanların bu olumsuz tutum ve davranışlar karşısında geri adım atmadılar. Aidiyet duydukları, ekmeğini yiyip, suyunu içtikleri, para kazandıkları bu kadim kente Eskişehir’e ne yapıp edip o fabrikayı kurmaya kararlıydılar. 2009 Yılında İnönü ilçesinde dönemin Belediye Başkanı İsmail Karaköse’den davet alırlar. İlk başta biraz isteksizdirler. Yaşadıkları gerçekler vardı hayatlarında. Ancak Karaköse, ilçesine yapılacak fabrika için desteğe hazırdı. Yeter ki yatırımcı ilçesine gelip fabrika kursun. İnönü’lü hemşerilerine iş kapısı açılsın. Yapılan görüşmeler sonunda Küpeli kardeşler ikna oldular ve 2009 yılında ilk resmi müracaatta bulundular.
Günler geçtikçe bürokratik oligarşi, çimento üreticileri Çin Seddi gibi karşılarına dikildi. Fabrikayı kurdurmamak için türlü türlü oyunlar çevirdiler. Sanki fabrika kurarak suç işliyorlarmış gibi haklarında 12 adet dava İnönü’de adliye olmadığı için Bozüyük Adliyesinde açıldı. Zor ve sıkıntılı günlerdi.
Tüm bu olumsuz tavırlara rağmen Küpeli kardeşlerin yüreğinde sakladığı memleket ve vatan sevgisi yatağına sığmayan koskoca bir ırmaktı. Önlerine çıkan ne kadar engel varsa yıkıp temizliyordu. Tüm engellemelere rağmen hedeflerine ulaşacaklarına inanıyor, adalete güveniyorlardı. Sonunda öyle de oldu.
Bu döneme ait yaşadıklarını öfkeli ses tonuyla anlatan Hasan Bey’in davalardan sadece bir tanesinin dahi gerekçesini dinlediğimde buna kargalar bile güler dediğim türdendi: “Mahkemeye gidip şikâyeti okuduğumuzda gözlerimize inanamadık. Güya bu bölgede “kartallar” yaşıyor. Doğal hayat fabrika kurulursa zarar görür, gerekçe bu. Dosya bilirkişiye gitti. Bilirkişi yaptığı inceleme ve araştırmada bölgede kartal türü yaşamadığını, kartalların Türkmen Dağı’nda yaşadığını belirtti. Bu sayede dava düştü ve fabrika kurma çalışmaları hızlandı. Bu süreçte yaklaşık 8,5 yıl uğraştık. Hakkımızda açılan 12 davayı da kazandık.”
Anladık ki memlekette ve adliyelerde vatansever, yürekli hakimler, savcılar hala mevcuttu.
Bir kış mevsimiydi. Takvimler 2018 yılının başlarını gösterdiğinde İnönü ilçesinde kurulan son teknolojiyle donatılan fabrikanın bacasından beyaz dumanlar göründü. Kar taneleri yer yüzüne inerken fabrikanın beyaz dumanları ise gökyüzüne yükseliyordu. Küpeli ailesi sevinçliydi. Verdikleri emek ve mücadeleden başarı ile çıktıklarının şahidiydi beyaz dumanlar…
“Her fabrika bir kaledir.” Düşüncesinden hareketle İnönü gibi Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir merkez olan ilçede çimento yıllar sonra ve tüm engellemelere rağmen üretilerek, Küpeli kardeşlerin bir hayali daha gerçeğe dönüşüyordu.
Adını yaşadıkları kadim şehirleri olan “Eskişehir çimento” verdikleri ürünler bugün ülke pazarında ulusal ve uluslararası standartlarda kendine önemli bir yer edinmiş durumda.
O kadar çok anısı var ki hangisini yazayım. Bilemiyorum.
Yine bir süre önceydi şirkette ziyaretine gitmiştim. Sohbetimizin bir bölümünde dudaklarından dökülen şu cümleler ilgimi ve dikkatimi çekmişti: “Hüseyin Bey… Bu yaşıma kadar yediğim hiçbir meyvenin çekirdeğini atmam. Bahçemde, arazide boş gördüğüm toprağa gömerim. Gün gelir, büyür, ağaç olur ve meyve vermeye başlar. Seyahat anında bile meyve çekirdeklerini arabamın camını açıp yol kenarlarına serperim…” Bu cümleler anlamlıydı ve değerliydi.
İşte bu davranış sonucu Organize Sanayi Bölgesinde bulunan fabrikasının bahçesinde yıllar önce ektiği “fındık çekirdekleri” bugün ağaç oldu ürün veriyor. Karadeniz’e özgü bitki olan fındığı, Eskişehir’de yetiştirip eşine dostuna hatta il yöneticilerine hediye olarak gönderdiğini anlattığında bir Karadenizli olarak mutlu olmuştum.
Yaptıklarını görünce İç Anadolu’nun bozkırında, Eskişehir gibi karasal iklimin hüküm sürdüğü bir coğrafyada adeta kayalıklarda gül yetiştiren bahçıvandı!
Konuşmasının çoğu yerinde rahmetli annesini anıp, derin derin nefes alıp gözlerini uzaklara çevirdiğinde eski günlerine gitti bir anda. Sesinin tonundan çok, sözlerinin anlamı derindi. Bugün geldiği noktanın ipuçlarını veriyordu aslında anlattıkları: “Anam hep derdi ki, “kara kalem” in kazancı bitmiyor. Ben oğlumun köyde kalmasını istemiyorum. Okutacağım onu…”
Bu cümleyi kulağına hep soy ismi gibi “Küpe (li)” yaparak yaşadı. Annesinin veciz sözünü aklından hiç çıkarmadı.
Öyle ki çok zor şartlar içinde kaldı. Daha oyunlar oynayacağı küçük yaştayken köyü Arslanlı’da, ilçesi Çifteler’de çalıştı para kazandı. Çifteler sokakları dile gelse de anlatsa bize yaşadıklarını keşke… Bu zorluklara rağmen annesinin sözünü hiç unutmadı. Kara kaleme sımsıkı sarılmak ve okumak… Okulundan derslerinden hiç geri kalmadı. İlkokul-Ortaokul-Lise ve Üniversiteyi bitirerek annesinin nasihatini tuttu.
Konuştuğumuzda “gençlik ve eğitim” adeta kırmızı çizgileriydi. Bu kavramlar üzerine uzun uzun cümleler kurdu. “Bizim çocuklarımıza da Milli Eğitim aynı Japonya’daki eğitim gibi vatandaşlık dersi vermelidir. Bu eğitimle çocuklarımız yaşamı boyunca kullanacağı; iyiliği, doğruluğu, helali, haramı, vatan sevgisini, Allah korkusunu, peygamber sevgisini o çocuklara öğretmeliyiz…” Tespitine katılmamak elde değil.
Haklı olduğunu ülkemizde her yıl değişen eğitim sistemi gösteriyor bizlere.
Hemen hemen her yıl adı değişen sınavları mı söylesek, yoksa baştan aşağı değişen sistemi mi bilemiyoruz. Neticede çocukları hep sınav merkezli yaklaşıp yarış atı gibi yetiştirdiğimiz için söylediği bu özellikleri okullarda maalesef ver(e)miyoruz. Kişilik ve karakter eğitimi hep ikinci plana atılıyor ülkemizde maalesef.
Hayatı boyunca “eğitim ve üretim” üzerine düşünce geliştiren bu anlamda yaptığı yatırımlarla topluma örnek olan Hasan Ağabey, konu gençler olunca heyecanı yüzüne ve sözlerine yansır.
Ülkemizin geleceği olan çocuklara ve gençlere karşı duyarlı ve hassas bir yapısı vardır. Maddi imkansızlıklar içerisinde okuma güçlüğü çeken yardıma muhtaç başarılı gençlere yıllardır şirket olarak burs vermekteler. Kardeşi Nadir Bey’le birlikte 1987 yılından bu yana burs verdikleri öğrenci sayısı 27 Bini geçti.
Bitti mi elbette bitmedi.
Yaptıkları sadece burslarla sınırlı değil. Kıyafet, giysi, çanta, ayakkabı vb. yardımları da imkanlar ölçüsünde yapıyor/yapmaya devam ediyor.
Bir anısı var ki aklına geldikçe üzülüyor. Öfkesi ses tonuna yansıyor: “Bu yardımları önce mahalle/köy muhtarları kanalıyla yaptık. Bir araştırma yaptık ki bazı muhtarlar kendisine oy vermeyen velilerin çocuklarına ihtiyaç olsa dahi yardım yapmıyor. Sadece kendisine oy verenlerin çocuklarına dağıtıyorlar. Bunu öğrenince üzüldük tabi. Muhtarları devre dışı bıraktık. Şirketimiz bünyesinde ekip oluşturduk. Şimdi kendi personelimizle bu dağıtımı gerçek ihtiyaç sahiplerine bizzat ulaşarak ellerimizle yapıyoruz.”
Sohbetimiz gelen çaylarla demlenirken sosyal sorumluluk alanında yaptığı çalışmalardan örnekler verdi. Anlattıkları yine topluma örnek olabilecek nitelikteydi; “Vatandaşlar bazen okul için, cami için yardıma geliyorlar. Onlardan bir şey istiyoruz. Gidin, köyünüzde mahallenizde tam 100 Adet ağaç dikin öyle gelin, biz de size yardımda bulunalım diyoruz. Ve bunu şunun için istiyorum. Kıyamet kopsa bile elinizdeki fidanı dikin diyen bir inancın temsilcileriyiz. Dikilen o ağaçlar meyve vermeye başlayınca bunlardan kargalar yer, kuşlar yer, böcekler yer. Talepte bulunanlar ağaç dikip geldiklerinde tespit yaptırıyoruz ve yardımı yapıyoruz. Bir köyden cami için destek istediler. Şartımızı yerine getiren köyümüze camiyi biz yaptık.”
Bu güzel cümleler dudaklarından dökülürken yakın zamanda yaşadığı bir hadiseyi hatırlayarak anlatmaya devam etti: “Sabah evden çıktım, aracıma binip işe gideceğim. Evimizin önünde bir dut ağacı var. Yıllar önce dikmiştim. Baktım altına dökülen dutları karıncalar, böcekler yiyor. Şoförüme doğru dönüp dedim ki: “Bak işte, görüyor musun? Her canlının rızkı var bu dünyada. Bizler ağaç dikerek buna sebep oluyoruz.”
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” ve “Acımayana acınmaz” özdeyişlerinden yola çıkarak farkındalık gösterip Küpeliler şirketi adına fabrikasında yaptırdığı, köpek kulübelerini şehrin muhtelif yerlerine belediyelerin gösterdiği alanlara yerleştirmeleri, hayvanlara karşı içindeki merhamet duygusunun, sevgisinin bir tezahürüydü.
Merhamet duygusundan ve cömertliğinden midir bilinmez, ellerinin değdiği her şey düzeliyor, gözlerinin gördüğü her şey çoğalıyor hayatta.
Adeta kanatları altına aldığı yüzlerce çalışanına iş ve aş vermek suretiyle karınlarının doymasına vesile oluyor.
Sadece karınlarını mı? Hayır...Daha da önemlisi gönüllerini de doyuruyorlar!
Olurda personelini moralsiz ya da üzgün görürse bir psikolog gibi yaklaşıyor çalışanına. Derdini dinliyor. Çare ve çözüm bulmaya çalışıyor. Personelinin gönül dünyalarına girerek onlara öyle nasihatler ediyor ki alışık olmadığımız patron kalıplarının dışında gönül onaran, yara saran, gözyaşı silen bir dost olarak görülüyor şirkette.
Bu başarınızın sırrı nedir? diye sorunca, birkaç saniye düşünüp gözlerinden yüzüne yayılan tebessümle: “Bir insan hangi işi yaparsa doğruluktan, dürüstlükten, haktan ve adaletten ayrılmayacak. İşini sevecek. İnsan işine, sağlığına sahip çıkacak. Her şey bize emanet. Emanete ihanet etmeyeceğiz. Ben sabah namazı vaktiyle güne başlarım. Her gün sabah saat 09.00’da şirket kapısından içeri girerim. Bu değişmez bir kuraldır. Şirkette çalışan personelin halini hatrını sorup selamlaştıktan sonra ofisime geçer çalışmaya başlarım. Bu vatan bizim, bu ülke bizim. Çalışacağız ve üreteceğiz. Hem biz hem ülkemiz kazanmak zorunda...”
Şirket bünyesinde çalışanlarıyla görebildiğim kadarıyla sözcüklere dökülemeyen bir muhabbet bağı kurmuşlar aralarında. Personeliyle yakından ilgilenen patrondan öte bir baba şefkati, müşfik bir ağabey tavrı ve yaklaşım göstermesi onu farklı kılan iş hayatındaki en önemli özellikleri arasında geliyor.
O gerçek bir hayırsever… Zekatını hiç aksatmadan kuruşu kuruşuna verdikçe Allah da ona işlerinde bereket veriyor. Sağlam inanca sahip olduğunu şu sözlerden anlıyoruz “Üretip sattığımız her üründe fakir fukaranın hakkı var. Zekât müessesesi inancımızda bunun için var.”
Hangi özelliğini anlatsak bilemiyorum…
Eşi Hayriye Hanım’ın atlattığına göre arabasının bagajında ağaç budama makasını hiç eksik etmeyen, nerede olursa olsun yola sarkan dalları gördüğünde aracını durdurup dalları budayan ve trafik güvenliğini sağlayan, görüş mesafesini açan duyarlı bir sürücü aynı zamanda…
Kendi ifadesiyle bugüne gelinciye kadar “her şeyi deneme yanılma yöntemi ile öğrenen” ve bunun “iş hayatında en pahalı yöntem” olduğunu belirten topluma örnek olmuş bir iş adamı.
Hasan Küpeli, gerek sosyal medyada yaptığı nitelikli ve güzel paylaşımlarla gerekse 64 yıllık yaşamında gösterdiği tutum ve davranışlarıyla günümüzde eşine az rastlanan, dürüst, inançlı, mütevazı ve en önemlisi paylaşmayı seven cömert bir değerimiz…
Dünyanın fani olduğunu hiç aklından çıkarmayan, bu sayede bazıları gibi servetini gönlüne koymayan, verdiği sözünü yerine getiren örnek bir iş adamı aynı zamanda. Böylesi insanlar yaşı ilerlese de asla yaşlanmazlar.
Dikkatli bakarsanız yüzünde, sevgiyi/saygıyı/tevazuyu/merhameti/şefkati/ bakışların ışıltısını ve duru hayranlığı görürsünüz.
Konuşurken, gözlerindeki şükran duygusuyla gönlünden kopan sözcükler ise sıcak bir okşayış gibidir muhataplarına…
Allah ömrünüze, işlerinize bereket versin Hasan abi! Versin de inşallah canınızdan aziz bildiğiniz şehit kanıyla yoğrulan bu kutsal topraklara hayalini kurduğunuz daha nice eserler/fabrikalar kazandırmış olasınız.