Yaz sabahları Bodrum Torba sahilinde yaklaşık iki saat yürüyüş yapıyorum. Yürüdüğüm yer muhteşem; bir tarafım deniz, bir tarafım dağ, yolun uzunca bir kısmı ise toprak. Üstelik birçok kişi de bu yolu bilmez. Her sabah bu toprak yolun sonunda bulunan bâkir plaj karşılıyor beni, bazı sabahlar ise kendimi suyun serinliğine bırakıyorum.
Günün erken saatleri olmasına rağmen, düzenli olarak yürüyen yaş ortalaması 65+ olan kadınlı erkekli bir yürüyüş kafilesi var. Hemen her gün aynı tiplerle ya giderken ya da dönüş yolunda karşılaşıyoruz.
Buralarda insanlar hâlâ çok nâzik. İstisnasız herkes birbirine selam veriyor. Sabahları karşılaştıklarımın hemen hepsi ne hikmetse bana 'günaydın' değil de 'good morning' diyorlar. Ben de selam verenlere yürüyüş tempomu bozmayacak şekilde yalnızca başımı sallayarak cevap veriyorum.
Günlerden cumaydı. Nasıl olduysa bir anda yürürken ayakkabımın içine taş girdi. Ben de taşı çıkarmak için alçakça bir duvar bulup oturdum. Oturur oturmaz, iddialı kıyafetleri ve tavırlarıyla kendini genç sanan, oldukça hareketli iki ihtiyar delikanlı yanı başımda bitiverdi.
''Good morning''
Sesi duyar duyar duymaz, başımı kaldırıp hafifçe gülümsedim. İçlerinden diğerine göre biraz daha girişken olanı devam etti:
''How are you?''
Cevap vermedim ama gülümsemeye devam ederek oturduğum yerde ayakkabımın teki elimde, içine giren taşı silkeleyip çıkarmaya çalışıyorum. Diğer taraftan, sıcakta iki saat boyunca yürümüş olmanın verdiği yorgunlukla iflahım kesilmiş, canım hiç kimseyle konuşmak istemiyor. Bizimkiler ısrarcı, hâlâ tepemdeler ve vazgeçecek gibi değiller. İletişim kurmaya çalışıyorlar. Ben de inat ettim cevap vermiyorum.
Good morning''
Tekrara rağmen benden cevap gelmeyince bizimki başladı arkadaşına sitem etmeye:
''Oğlum Hasan, İngilizce bilmiyor herhalde ya, Alman mı acaba? Sen başka hangi dilleri biliyordun?''
Bizim Hasan'da tık yok, gidecek ama diğeri bırakmıyor:
''Yahu Hasan, kırk yılda bir yabancı dilin lâzım oldu, konuşmuyorsun. Konuşsana oğlum.''
Baktım bunların gitmeye niyeti yok, en sonunda dayanamayıp kafamı kaldırıp konuştum.
''Günaydın, hayırlı Cumalar efendim.''
Benden böylesine hiç beklemedikleri bir çıkış gelince ikisi birden afalladı.
Hasan mahcup bir şekilde gözlerini kaçırdı, diğeri ise durumu nasıl toparlayacağını bilmez halde sürekli konuşuyor:
''Affedersiniz hanımefendi, biz sizi böyle sarışın, mavi gözlü görünce yabancı zannettik. Umarım rahatsız etmemişizdir. Lütfen bizi mâzur görün. Bir de hiç konuşmayınca vallahi biz zannettik ki siz yabancısınız, Türkçe bilmiyorsunuz da ondan konuşmuyorsunuz.''
Bu arada çaktırmadan Hasan'ı dürttü:
Hasan'da tık yok.
''Şimdi hanımefendi vallahi ne desem ki, lütfen kusurumuza bakmayın olur mu?''
''Problem değil, olur öyle. İyi günler.''
Hızla yanımdan uzaklaşırlarken, bizimki Hasan'ı tartaklamaya devam etti:
''Hasan ya, sen de bir şeyler söylesene oğlum, hep ben konuştum.''
Hasan zavallım donmuş bir şekilde, sanki ona seslenilmiyormuş gibi şuursuzca etrafına bakıyor:
"Ben mi?"
Hem ayakkabımdaki taştan, hem de bu iki acemi zamparadan kurtulmanın keyfiyle yerimden kalkıp yürüyüşüme devam ettim.
Yol boyunca da güldüm.
Sevgiyle kalın efendim...