Bir hafta öncesi…
Bursa’dan Sabiha Gökçen Havalimanı’na gitmek üzere Burulaş’ın altı numaralı koltuğunda yerimi aldım. Kalkışa beş dakika var.
Âşık Veysel’in türküsündeki gibi; uzun ince bir yol misali gri renkli zemin döşemesinin kapladığı koridorda arkaya doğru baktım. Yaş ortalaması yolun yarısı, kırk bir kere maşallah olanlar kalan yarısı.
İkinci sıranın cam kenarına yerleşmiş, son yılların trendi olarak rağbet gören kirli sakallı genç adam, önündeki beye: “Koltuğunuz yatık, kapatır mısınız?” dedi, genizden çıkardığı sesiyle. Altmışlarında, saçları gibi beyaz tenli, gözlüklü, kalıplı bey bir döndürdü bedeniyle kafasını. “Kapalı zaten. Otobüste koltuğumu hiçbir zaman yatırmam. Ben prensipleri olan bir insanım” diyerek, sert bakışlarıyla da cevabını noktaladı.
O anda bir hanım “Beş numara benim, geçebilir miyim?” cümlesini yumuşak ses tonlu İstanbul ağzı ile kurarak, yanıma oturdu. Yakası siyah tüylerle kaplı şal görünümlü ceketini çıkardı ve kucağına aldı. Aynı anda genizden konuşan gencin telefonu çaldı, Arapça konuşuyordu. Sesi biraz yüksek tonda olduğundan mıdır nedir? Yanındaki adam, Veysel’in yolunda boş bulduğu yere gitti hemen. Ve aracımız harekete geçti.
Turkuaz renkli ipek başörtüsü ile siyahın hâkim olduğu etek-bluzlu yol arkadaşım, çantasından kulaklığını aceleci tavırlarla çıkarırken, ceketinin üzerine koyduğu iki telefonundan biri çalıverdi. Görüntülü olarak, yirmi dakikaya yakın süren konuşma böylece başladı. Bir ara; “Sizi rahatsız ediyor muyum?” diyerek, gözlerimin içine baktı. “Sıkıntı yok” dedim. Konuşmalarında özel bir kumdan bahsediyorlardı, stetoskop, akvaryum balığı…
Aracın arkalarında oturan iki kişi yüksek sesle İngilizce muhabbet ediyordu.
Gemlik kavşağına yaklaştığımızda, pek çok iş makinasının ve insanın kavşak düzenlemesi nedeniyle çalıştığını fark ettim. Ortada hercai menekşeler, etrafında kırmızı rengin ağır bastığı kasımpatılar…
Yolun kenarında kocaman tabelada “TOGG Gemlik Kampüsü” yazıyordu.
1 numarada oturan yolcu: “Yakındır açılışı baksanıza ne çok insan var.”
Sürücü: “Yarın, Cumhuriyet’in 99. Yılı olan 29 Ekim’de milli aracımızın fabrikası açılacak.”
Derken, yanımdaki hanımdan “Yolculuk nereye?” sorusu geldi.
-Samsun, sizinki?
-Bakü.
-İşiniz nedeniyle sanırım.
-Evet, Psikoterapistim. Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerinde Kum Terapisti olarak görevliyim. Bakü’ye dokuzuncu gidişim. Son gittiğimde bir ay kalmıştım. Bu defa on beş günlüğüne gidiyorum.
-Hangi kurum tarafından görevlendirildiniz?
-İlham Aliyev’in kızı Leyla hanımın projesi aslında. Azerbaycan Olağanüstü Haller Bakanlığı’nca(bizim AFAD’a benzer), Türkiye’nin çeşitli yerlerinden alanında uzman yirmi beş kişiyiz. Dağlık Karabağ Savaşı’nda gazi olan askerler, şehit aileleri ve Ermenistan’ın saldırılarından etkilenen Azerbaycanlı sivillere yönelik, dört yaşından başlayıp, bizlere raporlanan sekiz bin mağdura psikolojik destek veriyoruz.
-Az önce yaptığınız görüntülü görüşmede, seanslarda kullandığınız materyalleri seçtiniz sanırım.
-Evet. Kum, su, yüzlerce minyatür oyuncak. Terapinin öznesi olan kum terapötik yani tedavi edici etkiye sahiptir. Kum Terapisi; bireye kendi sosyal gerçekliğini ve iç dünyasını yansıtabileceği, onarabileceği kumdan dünya yaratma olanağı veriyor. Kum tepsisinde, geçmişlerinde yaşadıkları ana gidiyorlar. Tabii ki uygun yönlendirme soruları ile gerçekler kumun taneleri arasında dökülüyor.
Bu tekniği; travmalar başta olmak üzere, davranış sorunları, kaygılar, istismar(özellikle cinsel olanı), aile içi ve çiftler arası sorunlar, çatışmaların çözümünde kullanıyorum.
Geçmişin öyküsünü bilmeden, bugünü iyileştirmek çok da mümkün değil idi Zeynep hanımın hava limanına gelinceye dek anlattıklarından çıkartımım.
Ne garip değil mi?
Bazen geçmişi bilsek de, iyileştirmek adına göremiyor veya görmemezlikten gelip, kayıtsız kalabiliyor insanoğlu!
Son söz Mevlana’dan gelsin.
“Ay doğmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene, kabahati; ne güneşte ne de ayda ara. Gözlerindeki perdeyi arala.”
Sağlıcakla kalın.