Bir kişiye baktığımız ilk anda onu baştan aşağı süzüp bizimle ortak ya da ayrı yanlarını bularak ona göre değerlendiriyoruz. Kendimize yakın hissediyoruz bize benziyorsa, kendi dünyamızda kabul ettiğimiz tarafları benimsemişse. Bazen de ötekileştiriveriyoruz. Kabullenemiyoruz, yadırgıyoruz farklı diye.
Farklı yaşantılar, farklı inançlar, farklı ten renkleri… ‘’Farklılık’’ ve ‘’değişmek’’ lafı korkutuyor hepimizi. Tekdüze insan modeli var aklımızda. Onun dışına çıkılacak olursa bir şeyler ters gider diye düşünüyoruz. Kendimize benzeyen insanlardan serpiştiriyoruz çevremize. Bizim gibi düşünen, bizim gibi konuşan insanlar istiyoruz yanımızda. Diğerleriyle aramıza uçurumlar koyuyoruz.
Anlamaya çalışmıyoruz. Bilmiyoruz ki kendi dinimizden biri müthiş yalan söylüyorken; dinden, inançtan bahsedip kötülüklerin en fenasını yapıyorken başka milletten, başka dinden dürüst bir adama tercih ediyoruz. Oysa ihtiyacımız olan şey iyilik. Gözlerimizi kapatmışız, sanki bize ayırmayı öğretmişler bir tek.
Anlayamadığımız nokta; mühim olan özdür, kabuk değil. Duvarların arkasına bakmamız gerekirken duvarda çakılı kalıyor gözlerimiz. O duvarlar göz oyunu yapıyor, gerçeği göremiyoruz. Hangi duvarın ardında cenneti aratmayacak güzellik ya da hangisinin ardında zehir zemberek bir yer var, bilmiyoruz, göremiyoruz. Belki ayırdığımız, ötelediğimiz o insanlarla iki kelam etsek yıkıvereceğiz duvarları. O zaman anlarız elbet insanların aslında iki türlü olduğunu. Hepimizin iyiliğe ihtiyacı var. Güzel gönüllerin peşindeyiz. Güzel bir gönül bulduktan sonra ne fark eder ki dini, rengi, ırkı? Şimdi hem gözlerimizden, hem gönüllerimizden perdeleri kaldırma vakti…