Biz bir deprem ve yıkımlar ülkesiyiz. Çünkü depreme göre yapılaşmayı beceremiyoruz ve sıklıkla dramatik sonuçlarla karşılaşıyoruz...1999 Adapazarı, Yalova depremi bizim kuşağın yaşadığı en korkunç deprem olarak beynimize kazındı.
Ülkemizin 20. yüzyılda gördüğü en büyük depremse 27 Aralık1939’da, yoğun kar ve -35 derece soğukta sabaha karşı 02.00’da, kış şartlarında Erzincan’da meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremdir. Bu deprem dakikalar içinde tüm Erzincan’ı yerle bir etti… Kimse ne olduğunu anlayamadı. Sadece Erzincan’da değil Tokat, Niksar, Amasya, Sivas-Zara, Giresun, Gümüşhane-Kelkit, Ordu İllerinde de çok ciddi yıkıma, hasara ve can kayıplarına sebep oldu. Bu bölgelerdeki 117 bin binanın tamamı yıkıldı, toplam 33 bin kişi yıkılan binalar ve sobadan çıkan yangınlar sonucu yaşamını yitirdi. 20 bin olan Erzincan nüfusu deprem sonrası 8 bine düştü. Bu büyük kayıpların her biri kendi içinde bilinen ve bilinmeyen binlerce acı hikâyeyi de bugüne kadar taşıdı. Bunların içinde Erzincan cezaevi mahkumlarının destansı öyküsü de vardır.
Erzincan’da deprem sonrası tüm kamu binaları yıkılmıştı. Cezaevi binası da bunların arasındaydı. Ana bina yıkılmış, mahkumlardan bir kısmı ölmüştü. Ancak baraka dediğimiz hafif malzemeli barınaklarda kalanların çoğu sağ kurtulmuştu. Erzincan savcısı İzzet Akçal da kurtulanlar arasındaydı. Hemen cezaevine gitti. Duvarsız, kapısız ortada kalan mahkûmları toplayıp onlara şunları söyledi: “Sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bırakacağım. Aranızda civar köylerden olanlar varsa iki günlüğüne köylerine gidip, ailelerini görebilirler. Ancak bir koşulum var; hiçbiriniz kaçmayacaksınız. Canla başla çalışacaksınız. İşimiz bitince cezaevine döneceksiniz.” Mahkumlar ayrı ayrı söz verdiler. Kollar sıvandı, kazmalar, kürekler tamamlandı. Mahkumlar sabahtan akşama kadar kurtarma çalışmalarında aralıksız çalıştılar... Akşam olunca savcının karşısına dikilip sayılıyorlardı. Çalışmaların sonuna kadar hiçbir mahkum kaçmadı, kaçmaya teşebbüs dahi etmedi. Tüm bu çalışmalar sonucunda Dördüncü Umumi Müfettişlik, 31.12.1939 tarihli telgrafında mahkûmların enkaz altından bin kişiyi sağ olarak kurtardıklarını Ankara’ya bildirdi. Bunların arasında çoğunun mahkumiyetine karar veren Erzincan Ağır Ceza Hakimi ve ailesi de vardır. Mahkûmlar kurtarma çalışmaları sırasında gözetlenmemelerine rağmen kurtardıkları kıymetli eşyaları sahiplerine teslim etmek üzere yetkililere teslim ediyorlardı.
30 Aralık’ta, İsmet İnönü özel bir trenle Erzincan’a doğru yola çıkmıştı. Tren Erzincan yakınlarındaki bir istasyonda durduğunda mahkum elbiseli biri trene binmek istedi. Muhafızlar mahkûmu bindirmediler. İnönü durumu gördü ve mahkumu yanına çağırdı. Ne istediğini sordu : “Efendim, ben ailemi aramaya geldim Savcı Bey’e kaçmama sözü verdim. Erzincan’a dönüp, kurtarma çalışmalarına katılmak istiyorum. Beni de trene alın” diyordu. İnönü mahkuma ailesinin durumunu sordu. “Hepsi öldü efendim” dedi. Mahkum trene alındı.
Bir de hala yörede çok bilinen Kütahyalı Recep’in hikâyesi var. 1940 yılında Tan Gazetesi için sahada röportajlar yapan gazeteci Naci Sadullah, Kütahyalı Recep’i kendi deyimiyle bir olta iğnesiyle çekiversen yıkılacak bir binaya hayatını hiçe sayarak girip genç bir kız çocuğunu kurtardığında tanır. Onunla bir röportaj yapar.
Recep Kütahyalıdır. Tamircilik yaparak geçimini temin etmektedir. Bir gün nüfuzunu kullanarak ailesini ayartmak isteyen bir memuru vurarak katil olur. İşin içinde tahrik görüldüğü için 6 sene vermişler. Üç buçuk yıldır yatıyormuş. Mahkum elbisesinin üst cebinde kırmızı ipek bir mendil vardır. Karısı hediye etmiş. Eşi ve küçük çocuğu görüş gününden üç gün önce Recep’i ziyaret için Erzincan’a gelmişler. Ancak görüş günü sabaha karşı depreme yakalanınca görüşememişler ve Recep ailesinden ne haber alabiliyor, ne de nerede olduklarını biliyor... Naci Sadullah’a şunları söylüyor:
-Bayım diyor, sen felâkete bak: Burada hangi evde oturduklarını bile bilmiyorum ki, gidip eşip, kazıp, arıyayım. Otel binalarının enkazını gece gündüz çabalayarak, didik didik ettim: Yok!… Fakat, onları bulayım derken, tam dört tane can kurtardım: Allah bu sevaplarıma sayıp, taksiratımı affeder de, benim ailemi, canlarımı da bağışlar belki! Fakat, pek ümidim kalmadı: Çünkü, tam dört gün dört gece oluyor. Bu kadar zaman, yemeden, içmeden insan enkaz altında değil, yorgan altında yatsa, yine sağ kalmaz…
Gözleri iyice yaşarıyor:
- Hele yavrucuğum çoktan ölmüştür!
Naci Sadullah işini bitirip iki gün sonra dönmeye hazırlanırken, Recep’e veda etmeye, hem de bavulundaki battaniye, yün kazak, yelek gibi giysileri ona vermek için görmeye karar verir. İstasyonda rastladığı bir mahkuma Recep’i sorar. Aldığı cevap Erzincan kadar ayazdır.
-Recep, dün gece donmuş!
Bilmiyoruz Kütahyalı Recep bulamadığı ailesinin acısıyla ölüme mi yattı, yoksa onları ararken yorgun düşen bedeni daha fazla dayanamadı mı? O, acısını ve sırrını alıp gitti…
Mahkûmlar kurtarma çalışmalarını civar köylerde de gerçekleştirmişler ve çalışmalar sırasında kaçmalarını önleyecek hiçbir tedbir alınmamıştır. Zaten tedbir alabilecek imkân da yoktur. Buna rağmen hiçbir mahkum kaçmaya veya yağmaya yeltenmemiştir. Durum, çeşitli illerden yetkililerce Ankara’ya rapor edilir Meclis raporları dikkate alır. Mahkumların fedakar, dürüst ve cansiperane hizmetleri karşılığında 26 Nisan 1940’da yürürlüğe giren şu kanunu çıkarır;
“Bağlı listede adları ve soyadlan yazılı (241) mahkûmun mahkûmiyet müddetlerinin beşte dördü ve kamuya olan borçları ve tazminat kabilinden olan para cezaları affedilmiştir. Muhakeme masrafları ile iaşe bedelinden olan borçlan da terkin olunmuştur. (silinmiştir)” Affedilmişlerdir.
Bazen hayat insanı bir yerden alıp başka bir yere koyar ve der ki; “Buradan devam et!” Onlara şükran borçluyuz.
(Resim Erzincan cezaevi mahkumlardır. Amerika’nın ilk kadın savaş muhabiri Margaret Bourke-White tarafından 1940 yılında Erzincan’da çekilmiştir. )