Günümüzde insanoğlu adına en talihsiz tanımlama, yalnızlık üzerine olsa gerek. Yalnızlık denen olgunun yanlış yorumlanması, insanın da bu yanlış tanım üzerine hayatta pozisyon alması, hayata dair temel bir sorunun kendini göstermesine sebep olmuştur.
Kimsesiz olmakla, yalnız olmayı eş tutmakla başlar insanın yanlışı. İnsanoğlu kimsesiz olmaktan korkar. Bunu yalnızlık sayar ve hayatını bu yanlış kurgu üzerine sabitler. Koca bir ömrü yalnızlığıyla mücadele ederek geçirir. Oysaki bu çaba nafiledir. Eş dost, anne, baba, arkadaş... Kimisi mutluluğumuz, kimisi neşemiz, kimisi hüznümüzdür. Ama hiçbiri yalnızlığımızı almaz bizden. Aldığını sanırız ve asıl yanılgımız da o noktada başlar. Bizden aldıkları sadece kimsesizliğimizdir. Oysaki yalnızlık, insanın mukaddes tabiatıdır. Değişmez, değiştirilemez bir kaidedir. Bunun idrakine varıldığı noktada başlar insanın gerçek hikâyesi. Yani, insanın en güçlü halidir yalnızlık.
İnsan yalnız doğar, yalnız yaşar, yalnız ölür. Bu üçlemenin birinci ve üçüncü safhalarının yorumlanmasında herkes hem fikirdir. Uzlaşılamayan, ikinci ve en önemli safhasıdır. Yani YAŞAMAK... Büyük aile, kalabalık bir çevre, yalnız olmadığımızın ispatıdır sanırız çoğu zaman. Yanılırız. Kimsemiz de olsa kimsesiz de olsak, insan yalnızdır. Kimi bunun ayrımını net ve doğru yapar, hayatına kendi ipiyle tutunur. Kimi algılayamaz bu gerçeği, bir başkasının kaleminden yazar kendi hikâyesini.
Kendimize filtresiz bakmayı bıraktığımız evre, insanoğlu için en tehlikeli sürecin de başlangıcıdır. İnsanın yalın halini görmemesi veya bunu görmek istememesi, kişiyi uçurumun kenarına iter. Asıl gücünün yani yalnızlığının idrakine varamayan insan, başkalarının gücüyle var olmaya çalışır. Bu durum bir süre sonra kişiyi başkalarına bağımlı hale getirir. İnsan kendini, kendisi olamama durumunun içinde bulur. İşte bu nedenle, yalın olma halini önemsemekte fayda olduğunu düşünüyorum.