Herhalde Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi hiç bu kadar istismar edilmemiştir. Aslının Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde olduğu bu vakfiye senedi bazı kesimlerce yanlış veya kasıtlı olarak, olduğundan çok farklı biçimde, bir kısım medyada ve basında yer alıyor. Bir kesime göre Ayasofya’ya özel yazılmış bu metin şöyleymiş:
“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.
Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453”
Buna göre Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs’ta İstanbul’u almış üç gün içinde vakıf kurup bir Vakfiye yazdırarak Ayasofya’yı garantiye almış. Zaten o saatte ortada bir vakıf yok. Sonra da altına Fatih Sultan Mehmet Han diye imza atmış. İnsaf… Bir kere o dönemde resmi yazışmalarda kullandığı ünvan “Fatih” olamaz. Bu unvan döneminden çok sonra tarihçilerin ona verdiği unvandır. O kendi yazışmalarında Kayzer-i Rum yani “Roma İmparatoru” unvanını kullanırdı. Fatih ünvanı ölümünden çok sonradır. Son olarak Vakfiye’nin içinde Ayasofya Camii diye bir ibare de geçmiyor. Çünkü Fatih Vakfı milyonlarca metrekare üzerine konmuş yüzlerce kurumdan oluşuyor. Neresini düzeltelim?
Gerçek şudur ki; Tapu Kadastro’da bulunan Vakfiye Senedi’nin orjinali 1462 yılına aittir. 65 metre uzunluğundadır ve 5,5 asırdır saklanmıştır. Bu senette veya vasiyette yazılı vakfedilmiş yüzlerce mülk vardır. Medreseler, imaretler, değirmenler, araziler, Camiler, (Galata Camii, Eski İmaret Camii, Zeyrek Camii, Şeyh Vefazade Camii, Rumeli Hisarı Camii, Fatih Medreseleri, Daruşşifa, Kalenderhane vs.), köyler, mezralar, çarşılar, han ve hamamlar gibi yüzlerce gayrimenkul. Ayasofya bunlardan sadece biridir ve vakfiye metninde sadece Ayasofya’ya yönelik bir ifade yok.
Vakfiyenin tamamına yakını kendi vakıf varlıklarına ait bütün şartlar ve ilgili gelir giderlerinin kayıtları yer almaktadır. Harcanacak paralar, nereye ne kadar harcanacak, gelirler, giderler nasıl tutulacak, bunların dökümleri gibi mali konularla ilgili bir yönetmelik niteliğindedir.
Beddua kısmı da her hangi bir vakıf eserine yönelik olmayıp Vakfın tüm varlıklarına yöneliktir… Beddua mealen ve kısaca şöyledir;
“Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir (bozma, değiştirme) ederse; vakfın tebdili (değiştirilmesi) ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek, taviz vermek…
…..Kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haram işlemiş olur, günah gerektiren bir fiili irtikab eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun.”
Burada her ne kadar tevil yani “değişik yorumlama, değiştirme” deyimi Ayasofya’nın bir kısmının müze olarak kullanılması sebebiyle bu manaya gelir gibi yorumlansa da Cumhuriyet Dönemi’nde Vakfiye ve tüm gayrimenkulleri Fatih Vakfiyesi’ne devredilerek, tapuda Ayasofya’yı Kebir Camii Şerifi olarak tescili (Resim) ve gelirleri vakfa ait olmak üzere değerlendirilmesi gayrimenkulün ibadethane niteliğini bozmamıştır. Nitekim şimdiki hükümet de bir yandan Ayasofya’nın tamamının Cami olarak kullanılacağını ilan ederken bir yandan da dünya kamuoyuna turizme açık olacağını ilan etmiştir.
Şu bir gerçektir ki; Cumhuriyet Hükümetleri, Osmanlı hanedanına ait tüm mal varlıklarını kamulaştırabilirdi ve yeni devletin kabul ettiği hukuk sistemine göre işlem yapabilirdi. Buna Fatih Sultan Mehmet’in vakıf varlıkları da dahildir. Ama yapmadı. Fatih Külliyesi’ni Vakfiye’deki isteklere uygun olarak Fatih Vakfı’nın üzerine tapuda tescil ettirdi ve idaresini de vakfa bıraktı. 1934 yılında müzeye dönüştürme işi meclisten çıkmış bir kanun değil, bir Bakanlar kurulu kararnamesidir. İstenseydi (ki doğrusu da budur) bugün yeni bir kararnameyle bu tasarruf iptal edebilir, eski vasfına dönüştürebilirdi. Mahkeme kararının dayanağı ise evlere şenliktir. 1918 yılında yıkılmış bitmiş, 1922 yılında da saltanata son verilmesiyle artık hükmü kalmamış bir tasarrufu, mahkeme kararına dayanak yapmak Cumhuriyet hukukunu yok saymaktır. Bu, hem yanlış, hem de en azından iyi niyetli değildir.
Şimdi de Ayasofya statüsünü “Mustafa Kemal Atatürk’ün ihaneti olarak yaftalayanlara” şunu da sormak gerek. Vakfiyeye ait Okmeydanı arazileri ne oldu? Ne durumda?
Söyleyelim. 1950’den sonra şehirlere göç başladığında bu arazileri önce gecekondular işgal etti. Arazi zamanla inanılmaz değer kazandı. İştahlar kabardı. En sonunda da imara açılarak bugün İstanbul’un kadim siluetini ortadan kaldıran beton ve taş yapılar dikilmek üzere birilerine satıldı. Ecdadımızın bıraktığı vakıf arazileri, rant uğruna pay edildi. Yerine hiç alakasız, İstanbul dışında bir yerde bulunan arsa vakfa takas hakkı olarak verildi. İşte vakfiyede geçen bedduaya tam da oturan işler bunlardır.
Ayasofya her yönüyle tartışılabilir. Namaz kılınması gerekiyorsa kılınır. Ama zamanın ruhunu bilmeden ve tarih bilinci olmadan tahrifler yaparak Ayasofya’yı 6 Ekim 1923’te tekrar Türk milletine armağan eden Cumhuriyetimizin kurucusuna hakaret ederek, üzerinden siyasi kar ummak ve “ihanetle” suçlamak tek kelimeyle abestir, günahtır.
Bu gündem işgal edecek bir konu da değildir. Çünkü halkın öncelikli ihtiyacı bu konudan çok uzaktır.
Türkiye yoksullukla, işsizlikle ve geçim sıkıntılarıyla baş etmeye çalışıyor. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, içeride beş altı cephede birden savaş veriyor. Ayasofya bu dertlere devaysa milletçe gidelim ve oradan hiç çıkmayalım...
Fatih Sultan Mehmet’in kendi döneminde Vakıf işlerine nasıl baktığını, bu yüzden 1481 yılında çok şüpheli ölümüne sebep olan sürecin nasıl entrikalarla dolu olduğunu bir sonraki yazımda anlatacağım...
(Bu linki Murat Bardakçı’nın bir tarih sohbetinde konuyu etraflıca ve belgelerle anlattığı için bir kaynak olarak koydum.
https://www.youtube.com/watch?v=xVWANp37CT’ linkinden izleyebilirsiniz)