Türkiye’de cezasızlık sadece bireyler arasında değil, kurumsal ve toplumsal seviyede de geniş bir kabul görmüş durumda. Bu durum, halkın adalet anlayışına olan güvenini zedelerken; suç oranlarının artmasına ve suçların gittikçe daha da vahşileşmesine yol açıyor.

Son zamanlarda Türkiye’deki suç olaylarına bakıldığında, sarsıcı ve düşündürücü bir tablo karşımıza çıkıyor. Yeni doğan bebek çetesi, Narin cinayeti, artan kadın cinayetleri, çetelerin her alana sızması, en ağır suçlar cezasız kalırken, fikir suçlarının en ağır cezaları alması, işlemeyen adalet ve sonunda oluşan cezasızlık algısı… Tüm bunlar yanardağ gibi patlamak için bekleyen bir toplumun ipuçlarını veriyor. Suç, bireylerin hayatını karartan bir olgu olmanın ötesine geçip toplumsal yapıyı çürüten bir salgına dönüştüğünde, o toplumun ruh sağlığı da bozulmaya başlıyor. İşte bu noktada, cezasızlık algısı tartışmaya açılmalı.
Cezasızlık, bireylerin işledikleri suçlar veya etik dışı davranışlar karşısında herhangi bir cezaya çarptırılmadıklarını ya da caydırıcı yaptırımlarla karşılaşmadıklarını düşündükleri bir durumu ifade ediyor. Türkiye’de de hukuk sistemine güvenin zedelenmesi, adaletin gerçek anlamda sağlanmadığı inancını yaygınlaştırıyor ve insanlar, suç işleyenlerin yakalanmadığı ya da yakalanmış olsa bile yeterli cezayı almadığını gözlemlemedikçe, ceza almadan suç işlenebileceğine dair bu inanç, adeta bir kanser gibi toplumsal yapıyı içeriden kemirmeye başlıyor. Türkiye’de cezasızlık sadece bireyler arasında değil, kurumsal ve toplumsal seviyede de geniş bir kabul görmüş durumda. Siyasi ve ekonomik nüfuzu olan kişiler, haklarında ağır suç iddiaları olsa bile adalet önünde hesap vermekten sıklıkla kaçabiliyor. Bu durum, halkın hukuk sistemine ve adalet anlayışına olan güvenini yeniden zedelerken suç oranlarının artmasına ve suçların gittikçe daha da vahşileşmesine yol açıyor. İnsanlar adeta kendilerini kanundan üstün görmeye başlıyor ve hukuk caydırıcılığını tamamen yitiriyor.
Ve son zamanlarda yaşanan yeni doğan bebek çetesi gibi akıl almaz olaylar da toplumda var olan ahlaki çürümenin boyutlarını ortaya çıkarıyor. Narin cinayeti gibi olaylarda ise şiddet ve vahşet toplumun karanlık yüzüne ayna tutuyor. Bu tür olaylar, suç işleyenlerin korkusuzca eylemlerini gerçekleştirebildiği ve sonrasında hukuki süreçten endişe duymadıkları bir ortam yarattığında, o toplumda suçun sıradanlaşması kaçınılmaz hale geliyor. İnsanlar, belirli suçların bazı kişiler için mazur görüldüğü bir toplumda yaşamaya mecbur bırakıldığında, kendi adaletlerini aramaya yöneliyor ve toplumsal çürüme hız kazanıyor. Cezasızlık sadece bireysel suçları artırmakla kalmıyor, en tehlikelisi; toplumsal güvenliğe de zarar vererek, bir toplumun kendisini bir arada tutan bağlarını koparıyor.
Herkesin dile getirdiği gibi, adaletin sağlanması hukukun bağımsız bir şekilde işlediği bir düzenle mümkün olabilir. Caydırıcı cezalar, cezasızlık algısının ortadan kaldırılması için hayati öneme sahip. Toplumun her kesimi, hukukun üstünlüğüne inanmalı ve suç işleyen kim olursa olsun adalet önünde hesap vereceğini bilmeli. Türkiye’nin geleceği, adaletin sağlanıp sağlanmadığına bağlı. Çünkü adaletin olmadığı bir toplumda suçlular değil, masumlar yaşamaktan korkar hale gelir. Cezasızlık algısının topluma verdiği zarar sadece bireysel suçların artmasıyla sınırlı kalmıyor, hukukun işlevsizleştiği, adaletin sağlanmadığı bir toplum, her türlü yozlaşmaya ve çöküşe açık hale geliyor. 
Türkiye’nin bu karanlık süreçten çıkması için yargının bağımsız, adil ve etkili bir şekilde işlemesi; bireylerin ve toplumun hukuka güvenini yeniden kazanması gerekiyor elbette ama bunlar biz her şeyi eleştirip, sessiz kaldıkça, eyleme geçmedikçe, çözüm için mücadele etmedikçe hiç bir şey kendiliğinden olmayacak, birilerinin bizi kurtarmasını beklemeyi bırakmanın zamanı gelmiş olabilir mi? Şöyle yerimizden kalkıp kendimize, en yakınımıza bakıp haklarımız için ne yapıyoruz sorusunu sorsak, küçük de olsa ilk adımımızı atsak mı?