Başla’yacağım ancak nereden? Saliseler, saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar damarlarımızdaki kan misali akıp gidiyor. Düşünsek de, boş versek de! 2020’nin sonunu görebildik ve 2021’in ilk ayının son demleri yaklaşmakta…
Her gün; üzerinde iki-üç saatimi geçirdiğim bir zamanların meşhur Ankara mobilya imzalı yirmi dokuz yaşındaki beyaz tekli koltuğumun karşısında duran kitaplığın yakınındaki beş gözlü camsız, kapaksız bitter çikolata rengine yakın, boyumdan biraz yüksek dolabın üst rafındaki tik-tak sesli kare saatin yanı başındaki aile fotoğrafları gözümü alamadığım mekân…
Beş gün oldu. Doğa gelin misali, insanlar da düğünün davetlileri olarak çekimler yapıp, yayınlıyorlar. Dayanamadım, bu kervana iki kare ile dâhil oldum!
Ocak; yeni bir yılın başlangıcı diye mi, yoksa doğduğum ay olduğundan mıdır? (Yeni kelimesi yeni Türkiye’yi çağrıştırmasın. Ülkenin yenisi eskisi mi olur? Fabrikadan çıkmış sıfır kilometre otomobil ya da yeni dikilmiş elbise mi bu?) Hele de kar tanesi gördüysem! Kendimi bildim bileli, heyecanla kaplanırım. Lakin yaklaşık bir yıldır heyecanlarımın hüzün tarafı biraz ağır. Farklı takılıyorum bazen, özellikle de yazımın giriş kısmındaki mekânda…
Başla’yabildim nihayet!
Fransız cerrah ve Nobel Tıp ödülü sahibi Alexis Carrel(1873-1944)’e göre; “Amacınız hayatınıza yeni yıllar katmak değil, yıllarınıza yeni, farklı ve daha güzel hayatlar ilave etmekse doğru yoldasınız”.
Yaradan’ın bahşettiği hayatımızın başlangıç gününü kutlamanın tarihi, Mısır firavunu II.Ramses(M.Ö. 1302-M.Ö. 1212) ile başlamış. İlk doğum günü pastası âdeti, Antik Yunanlılar tarafından ortaya çıkartılmıştır. Pasta üzerine mum dikerek, Artemis’in ruhuna diledikleri isteklerin ulaşacağına inanmışlar.
Antik Romalılar da doğum günü kutlama geleneğini benimsemişler. Hristiyanlık öncesi Roma’da imparatorların ve önemli devlet adamlarının doğum günleri, Senato kararı ile milli bayram ilan edilmiş.
İlk Hristiyanlar ise; hayatlarındaki sıkıntı ve zulüm nedeniyle dünyanın acımasız olduğu düşüncesinden hareketle, insanoğlunun dünyaya gelmesinde kutlanacak bir sebep görememişler ve ölümü “gerçek hayata doğmak” şeklinde yorumlayıp bu günü kutlamayı tercih etmişlerdir.
Milattan sonra 245’de kilise, Hz. İsa’nın doğum gününü kendince tespit ettiği halde, böyle bir günü kutlamayı, Mısır firavunlarının ve putperestlerin âdetlerine benzemek olarak görmüş ve günah kabul etmiştir.
Ancak 4. yüzyılda Hristiyan din adamları Hz. İsa’nın doğum gününü (Noel) olarak kutlamaya karar vermişler. O gün bu gündür kimisine göre doğum kimisine göre yaş günü kutlamaları dünyadaki pek çok bireyin yaşamına girmiştir.
Noel deyince aklıma; 2006-2008 yılları arasında Ankara Çiğdem’de oturduğum apartmanda, kat komşum Amerikalı ve alt kat komşum Güney Koreli aileler geldi. Evimize çok yakın mesafede, Amerikan diploması ile mezun veren Oasis Uluslararası Okulu bulunduğundan, semt olmuş Birleşmiş Milletler! Beş çocuk sahibi Mary-Chat ve iki çocuklu Jung-Hwa-Joe ile bizlere gurbet hasretini aratmayan büyükanne-büyükbaba, iki oğulları ve aileleriyle pek çok anılar biriktirdik.
Dini bayramlarımızda bizleri ziyarete gelir, gelenek-göreneklerimizi uygulardık hep beraber. Onların önemli günlerinde de biz giderdik. İlk yılımız ve Mary’lere davetliyiz. Toplam altı aile olacağız. Ah ah, o zamanlar virüs falan yok tabii.
Ev sahibimiz olan büyükbabanın gelinleri Meryem ve Server abla 3-4 gün evvel; “Selma, her yıl çağırırlar bizi, hediye almadan gelmeyin, ağacın altına konulacak” dediler. Hediyemizi aldık almasına da, biz sanıyoruz ki aile oturması. Bir gittik, salon olmuş tiyatro sahnesi, oyuncular da Mary ve ailesi. Ağzım açık kaldı. En son ilkokul beşte müsamerede görev almıştım. O kadar!
Selma; hayatımız tiyatro, film demeyin. Benim ilkokul kaydımı dinleyin. Yaşım beş buçuk, ilkokula başlamak istiyorum(abimden ötürü okuma-yazma tamam) Almayız dediler. Müdür tanıdık, rahmetli Mustafa amca. Bir hafta gelsin hevesini alsın demiş babama. Bakmışlar ben gerçekten AFACAN. Kayıt yapalım diye çağırmışlar babamı, ertesi gün de Mustafa amcanın oğlunu dövmüştüm. Benden bir sınıf büyük, yedisinde başlamış, yaşını siz hesap edin. Neden dövdün çocuğu diye sormayın, vallahi söyleyemem, unuttum çünkü!
MEB’e kayıt, YÖK’e kayıt, muhtara kayıt, aşıya kayıt, hayata kayıt, ölünce bile kayıt!
Kayıtsız yaşam yok mu bu fani dünyada? Varsa da kayıtsız, biz bilmiyoruz.
Kayıtlara göre; 1956’da 46 yaşında iken aramızdan ayrılan ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’dan “Otuz Beş Yaş” şiiri gelsin.
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher, yalvarmak, yakarmak, nafile bugün.
Gözünün yaşına bakmadan gider!
Hayat en güzel hediye!
Bu cümle; Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle Türkiye İş Bankası tarafından, ülkemizin temel cam ürün ihtiyacını karşılamak üzere, 1935 yılında Beykoz Paşabahçe’de Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Anonim Sosyetesi adıyla kurulmuş firmanın son yıllardaki sloganı.
Evimin girişinde Hoş geldiniz paspası, kapı açıldığında kum beji renkli duvarda, avuç içi kadar kırmızı noktada yazılı bu cümle karşılar geleni…
Hayat’ın her canlıya has ritmi var!
Hayat anlarda ve daha fazlasını beklerken önümüzden sessizce akıp gidenlerde saklı… Geçmiş mazide kaldı, lakin muhasebesine zihnimiz devam ederken, dilimiz de şahsımıza münhasır ritim ile eşlik ediyor. “Gelecek kaygısı bende yok” diyene de inanmayın!
Hele son haftalarda ülkemizde yaşanan aşı kaygısı kafaları o kadar karıştırdı ki!
Arapsaçına döndüm, çöz beni Arapsaçı.
Çivi çiviyi söker, budur bunun ilacı, aşıdır bunun ilacı. İnşallah!
Huzurla, sağlıkla, bazen değişebilme, kimi zaman kabul ve baş edebilme gücüyle gelsin 2021.
Bu arada değişim ne zaman gerekli derseniz; Danimarkalı psikolog, ekonomist ve dünya çapındaki 9 kalite gurusundan biri olan Claus Moller’e göre, “gerekli hale gelmeden”.
Peki ya size göre?