Bodrum'da evimin yakınında bulunan çöp konteynerinin yanına bırakılmış bir yığın özel eşya dikkatimi çekti. Eşyalar o kadar çoktu ki, aralarında kitaplar, kasetler, mutfak eşyaları,kozmetikler, iç çamaşırları, giysiler, yatak yorgan, kısacası bir evde olması gereken ne varsa hepsi oradaydı. Bunca şahsi eşyayı çöpte görmek üzdübeni.Anlamaya çalışarak uzun uzun baktım. Bir taraftan da herhalde bu eşyaların sahibi ''ölmüş olmalı'' diye düşündüm.
Şaşırmış ve üzülmüş bir halde çevreye saçılmış eşya yığınına bakarken birfotoğraf albümü dikkatimi çekti,eğilip aldım. Albümün sayfalarını yavaşçakarıştırmayabaşladım. Fotoğraflardan ve çevredeki ıvır zıvırdan bütün bu eşyaların güzel, bakımlı, birazcık da kilolu, 60'lı yaşlarını süren sarışın bir kadına ait olduğu anlaşılıyordu. Her şeyden önemlisi de fotoğraflarda çok mutlu ve hiç ölmeyecekmiş gibiduranbir kadın vardı.
İrkildim, eşyalardan sonra gördüğüm fotoğraflar bir kat daha üzdü beni.Fotoğraf albümünü bulduğum yerin birazcık ilerisinde yerde, sayfaları dağılmışhalde duran bir defter vardı.Dikkatlice bakınca bunun el yazısıyla yazılmış bir yemek tarifi defteri olduğunu anladım.
Defterielime alıp başladım sayfalarını çevirmeye. İçinde bolca tatlı tarifi, bir o kadar da not edilmiş diyet listesivardı. Yemek yemeği çok seven ancak kilosundan da pek memnun olmayan bir kadın, ''Allah Allah nasıl da hayatın iki ucu arasında gidip gelmiş bu kadın'' diye düşündüm.Sonra bir anda karıştırdığım sayfaların arasındanamatörce yazılmışbir şiir gülümsedi bana, okumaya başladım.
***
''Gölgeler uzundu.
Gece boyu, yalnızlığım gibi
Sessizdi toprak
Ağlayan denizi dinliyordu.
Geceyi yırtan bir çığlık
Duyulmayan
Yalnız benim duyduğum
Yalnız benim hissettiğim gibi''
***
Şiiri okudukça içeriğindeki yalnızlık ve kimsesizliksert bir tokat gibi çarptı yüzüme.Demek ki, bütün bu hatıraları muhafaza edecek kimsesi yoktu bu kadıncağızın.
Hani bir Kızılderili öğretisi diyor ya, ''seni hatırlayan son kişi öldüğünde, hiç yaşamamış olacaksın.'' İnsanın hayatı boyuncaçalışıp çabalamasının karşılığı bu olmamalı ancaksahip olduğumuz değerler günün birinde yok olmaya mahkum, hem de hiç var olmamış, hiç yaşanmamış gibi.
Hayatın anlamsızlığını, ömür boyu gösterdiğimiz çabaların ne kadar gereksiz olduğunu, kendimi, bir gün bu dünyadan göçüp gittiğimde, sahip olduğum eşyaların muhafaza edilişinden ziyade, beni hatırlayanların zihinlerinde güzel hatıralar bırakabilmenin önemini düşündüm.
Bir gün "hiç yaşamamış gibi olmak"düşüncesine kadar da rahatsız edici. Milyonlarca yıldır var olan şu koskocaevrendengöçüp giden milyonlarca insan olduğu gibi, bundan sonra da yaşayıp gidecek olan milyonlarca insan olacak.Hepimiz bir şekilde zamanın çarkında eriyip gideceğiz ve üç kuşak sonra varlığımızı kimse hatırlamayacak. Çok acı olsa da üç kuşak sonra bizi kimse ne tanıyor, ne de hatırlıyor olacak.
Bunların farkında olan insanoğlu öldükten sonra arkasında bir iz bırakıp unutulmamak için fazladan bir gayret peşinde.
Şu kısacık dünyada ölümlü olduğumuzu unutup kendimize farklı anlamlar yükleyipölümsüzlüğü arzuluyoruz. Elbette arzulanan buölümsüzlüğün temelinde yaşamak isteği değil de unutulmak korkusu var.Bu sebeple bir çok insan adını yaptıklarıyla yaşatmaya çalışıyor.
Sanırım bir insanın gerçek ölümü, bu dünyadan göç ettikten sonra kalıcı bir eser bırakmayıp unutularak ve hatıralarına sahip çıkacak birileri olmayınca oluyor.
Ömer Hayyam'ın dediği gibi;
''Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.''
Hayat işte, bir varmışız, bir bakacaklaryokmuşuz... Sevgimle Kalın !